9786256874190
802037
https://www.hesapli24.com/bediuzzaman-ve-usul-ul-ilim-metodoloji-ontoloji-ve-epistemoloji-icin
Bediüzzaman Ve Usül’ül-İlim ;(Metodoloji, Ontoloji ve Epistemoloji İçin)
22.60
Birincisi: Bir metinde gerçek mana budur, demenin bir belgesi, bir test
edicisi olması gerekir. O belgeyi ve o test edici noktayı bize gösteren, dinin
ana konularının dengesinden ortaya çıkan soyut güzelliktir. Bir metin için
bu mecazdır, diyebilmek için o mecazî mananın, belagat ilminin şartları
çerçevesi içinde olması gerekir. Bu iki prensip esas alınmazsa ve bunun
sonucu olarak mecaz olan metinleri gerçek mana olarak dayatmak ve
hakikat olan bilgileri mecaz diye görmek ve göstermek cehaletin
hükümferma olmasına güç verir. Orta yolu gösterecek, ifrat ve tefriti
önleyecek sadece şu dört mihenktir: 1) Dinin temel konularının
mantalitesi. 2) Belagat ilmi. 3) Mantık ilmi. 4) Hikmettir (fen ilimleridir.)
Bediüzzaman, Muhakemat'ın 5 Mukaddimesinde bu bilgileri bize verdikten
sonra aynı kitabın Birinci Makalesinin Sekizinci Meselesinde ise:
Mecaz için farklı karineler olabilir; mesela bir metnin mecaz olduğuna dair,
metnin akıl yönünden muhal olması karine olabileceği gibi; metin dışından
başka maddi bir delil veya sıradan bir delil veya metnin bağlamı o metnin
mecaz olduğuna karine olabilir. Ayrıca Kur'an'ın başka ayetlerinde geçen
bazı hakikatler de diğer ayetlerin mecaz olması için karine olabilir” diye
söylüyor. Ve bazen de bazı ayet ve hadislerin mecaz olduğu kabul edildiği
halde tercümede maksut mana esas alınmaz da meal esas alınır.
Dolayısıyla mecaz olan o ayet ve hadislerin mucizevî güzelliği ve belagati
yine kaybolur, diye dinî neşriyatın yazar ve yayıncılarını uyarıyor.
İkincisi: İslam âleminde bugünkü bilimlere uygun olarak varlık ve hayat
algısı oluşmuyor. Çünkü Müslüman âlimler her bir bilim dalından sadece bir
parça biliyorlar. Bilimsel bir fotoğraf ortaya çıkmıyor. Dolayısıyla sağlıklı bir
varlık ve hayat algısı oluşmuyor. Bediüzzaman bu içinden çıkılmaz sorunu
Muhakemat kitabında şöyle tasvir etmiştir: Nasıl ki, başka âlemden bu
küreye gelen tasvirci bir nakkaş farz olunsa: Hâlbuki ne insanı ve ne
insanın gayrisinin (insandan başka canlıların) tam suretini (fotoğrafını)
görmemiş; belki her birisinden bazı azasını görmekle insanın tasviriveyahut gördüğü eşyanın umumundan bir sureti tasvir etmek isterse;
meselâ, insandan gördüğü bir el, bir ayak, bir göz, bir kulak, yarı yüz ve
burun ve amame (sarık) gibi şeylerin terkibiyle bir insanın timsali yahut
nazarına tesadüf eden atın kuyruğu, devenin boynunu, insanın yüzünü,
aslanın başı bir hayvanın sureti yapsa; nasıl ki imtizaçsızlıkla kabil-i hayat
olmadığı için şerait-ı hayat (hayat şartları) böyle ucubelere müsait değildir,
diyecekler ve nakkaşı ittiham edecekler.. Şimdi bu kaide, fenlerde (bilim
dallarında) aynen cereyan eder (geçerlidir.) Çaresi odur ki: Bir fenni esas
tutup sair malûmatını avzen ve zenav (havuz veya havuza akan arklar)
gibi yapmaktır. Yani eğer kişi bir ilmi esas alırsa; esas aldığı ilmi havuz gibi
yapmalı, diğer ilimleri de o havuza akan arklar gibi etmelidir. Ve eğer kişi
malumatını esas alırsa, o malumat ve bilgileri, her birisi hakikatin bir kanalı
olan muhtelif ilimlerden beslenmeli.
Üçüncüsü: İslam âlemi, Orta Çağın kültürel birikimini dinî birikim sanıyor;
din ve varlık hakkında çağımıza uygun olarak bilim birikimini ve
epistemolojisini oluşturamıyor. İşte Bediüzzaman bu sorun için de şöyle bir
çözüm öneriyor: Geçmiş çağların derelerinde egemen olan garaz,
düşmanlık ve üstün gelme arzusunu doğuran faktör; duygusallık, arzular
ve güç idi. O zamanın insanlarını irşad için şiirsel ve duygusal hitabeler
yeterli idi. Çünkü duyguları okşamak, insanların eğilimlerini etkilemek için
vaiz ve hatip tarafından iddia edilen konuyu süslü ve parlak olarak
göstermek. Veya gündemdeki o konuyu korkunç göstermek veya parlak
tasvirlerle hayale hoş göstermek, güçlü ve açık delilin yerini tutar idi.
Fakat bu çağımızda burhandan (akıl ve fenlerden) başkası insanları tatmin
eden bir şey bulunmuyor.
Birincisi: Bir metinde gerçek mana budur, demenin bir belgesi, bir test
edicisi olması gerekir. O belgeyi ve o test edici noktayı bize gösteren, dinin
ana konularının dengesinden ortaya çıkan soyut güzelliktir. Bir metin için
bu mecazdır, diyebilmek için o mecazî mananın, belagat ilminin şartları
çerçevesi içinde olması gerekir. Bu iki prensip esas alınmazsa ve bunun
sonucu olarak mecaz olan metinleri gerçek mana olarak dayatmak ve
hakikat olan bilgileri mecaz diye görmek ve göstermek cehaletin
hükümferma olmasına güç verir. Orta yolu gösterecek, ifrat ve tefriti
önleyecek sadece şu dört mihenktir: 1) Dinin temel konularının
mantalitesi. 2) Belagat ilmi. 3) Mantık ilmi. 4) Hikmettir (fen ilimleridir.)
Bediüzzaman, Muhakemat'ın 5 Mukaddimesinde bu bilgileri bize verdikten
sonra aynı kitabın Birinci Makalesinin Sekizinci Meselesinde ise:
Mecaz için farklı karineler olabilir; mesela bir metnin mecaz olduğuna dair,
metnin akıl yönünden muhal olması karine olabileceği gibi; metin dışından
başka maddi bir delil veya sıradan bir delil veya metnin bağlamı o metnin
mecaz olduğuna karine olabilir. Ayrıca Kur'an'ın başka ayetlerinde geçen
bazı hakikatler de diğer ayetlerin mecaz olması için karine olabilir” diye
söylüyor. Ve bazen de bazı ayet ve hadislerin mecaz olduğu kabul edildiği
halde tercümede maksut mana esas alınmaz da meal esas alınır.
Dolayısıyla mecaz olan o ayet ve hadislerin mucizevî güzelliği ve belagati
yine kaybolur, diye dinî neşriyatın yazar ve yayıncılarını uyarıyor.
İkincisi: İslam âleminde bugünkü bilimlere uygun olarak varlık ve hayat
algısı oluşmuyor. Çünkü Müslüman âlimler her bir bilim dalından sadece bir
parça biliyorlar. Bilimsel bir fotoğraf ortaya çıkmıyor. Dolayısıyla sağlıklı bir
varlık ve hayat algısı oluşmuyor. Bediüzzaman bu içinden çıkılmaz sorunu
Muhakemat kitabında şöyle tasvir etmiştir: Nasıl ki, başka âlemden bu
küreye gelen tasvirci bir nakkaş farz olunsa: Hâlbuki ne insanı ve ne
insanın gayrisinin (insandan başka canlıların) tam suretini (fotoğrafını)
görmemiş; belki her birisinden bazı azasını görmekle insanın tasviriveyahut gördüğü eşyanın umumundan bir sureti tasvir etmek isterse;
meselâ, insandan gördüğü bir el, bir ayak, bir göz, bir kulak, yarı yüz ve
burun ve amame (sarık) gibi şeylerin terkibiyle bir insanın timsali yahut
nazarına tesadüf eden atın kuyruğu, devenin boynunu, insanın yüzünü,
aslanın başı bir hayvanın sureti yapsa; nasıl ki imtizaçsızlıkla kabil-i hayat
olmadığı için şerait-ı hayat (hayat şartları) böyle ucubelere müsait değildir,
diyecekler ve nakkaşı ittiham edecekler.. Şimdi bu kaide, fenlerde (bilim
dallarında) aynen cereyan eder (geçerlidir.) Çaresi odur ki: Bir fenni esas
tutup sair malûmatını avzen ve zenav (havuz veya havuza akan arklar)
gibi yapmaktır. Yani eğer kişi bir ilmi esas alırsa; esas aldığı ilmi havuz gibi
yapmalı, diğer ilimleri de o havuza akan arklar gibi etmelidir. Ve eğer kişi
malumatını esas alırsa, o malumat ve bilgileri, her birisi hakikatin bir kanalı
olan muhtelif ilimlerden beslenmeli.
Üçüncüsü: İslam âlemi, Orta Çağın kültürel birikimini dinî birikim sanıyor;
din ve varlık hakkında çağımıza uygun olarak bilim birikimini ve
epistemolojisini oluşturamıyor. İşte Bediüzzaman bu sorun için de şöyle bir
çözüm öneriyor: Geçmiş çağların derelerinde egemen olan garaz,
düşmanlık ve üstün gelme arzusunu doğuran faktör; duygusallık, arzular
ve güç idi. O zamanın insanlarını irşad için şiirsel ve duygusal hitabeler
yeterli idi. Çünkü duyguları okşamak, insanların eğilimlerini etkilemek için
vaiz ve hatip tarafından iddia edilen konuyu süslü ve parlak olarak
göstermek. Veya gündemdeki o konuyu korkunç göstermek veya parlak
tasvirlerle hayale hoş göstermek, güçlü ve açık delilin yerini tutar idi.
Fakat bu çağımızda burhandan (akıl ve fenlerden) başkası insanları tatmin
eden bir şey bulunmuyor.
Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.